3 Mart 2010 Çarşamba

Tarafsız olmanın dayanılmaz ağırlığı



Bugüne kadar ne bir günlük tuttum, ne de internet ortamında paylaşım sitelerine katıldım. Ailem,arkadaşlarım, politika, kitaplar, gazeteler, müzik, sinema ve tenis beni yeterince meşgul ediyordu. Ta ki kendi kendime konuştuğumu fark edene kadar. Ne olmuştu da düşüncelerimi artık kendimden başkasıyla paylaşamaz olmuştum. Evet yaşlanıyor ve yeniliklere ve değişime karşı eskisi kadar kucaklayıcı olamıyordum. Ama bu, tek başına düşünce yalnızlığımı açıklamaya yetmiyordu. Sonra düşüncelerime odaklandım.Evet yalnızlığımın sebebi tarafsız olmanın dayanılmaz ağırlığıydı. İşte bu nedenle ben de bilgisayarla ilişkimi derinleştirmeye, yıllardır belirlediğim klasik çizgilerimin dışına taşmaya karar verdim. Bunun ne yararı olacak bilmiyorum ama şimdilik bu kadarını yazmak bile iyi geldi.

Bunu yazarken bir yandan da Başbakanı dinliyorum.

Son yaşananların “demokrasinin ayak sesleri olduğunu”, söylüyor.İçimi tarifsiz bir sevinç ve rahatlama duygusu kaplıyor. İşte sonunda Türkiye de yeryüzü standartlarını yakalıyor diyorum. Ne yazık ki bu sevincim uzun sürmüyor. Başbakan gözlerini yazılı metinden onu dinleyen kalabalığa çeviriyor ve başlıyor köşe yazarlarına kızmaya, onlara bu imkanı veren gazete patronlarına (ya da sadece bir patrona) verip veriştirmeye ve “..eğer dükkanına sahip çıkmazsan sonra ağlamayacaksın..” diyor. Şaşırıyorum. Sevinç yerini büyük bir yeise bırakıyor. Akşam televizyon tartışmalarının konusu ve konukları gözümün önünde canlanıyor. Kimlerin hangi kanalda ne söyleyebileceğine dair bir tahmin yapmaya çalışıyorum.  Akşam oluyor ve ne yazık ki tahminlerimde yanılmıyorum. Az sayıda gazeteci bu sözlerden dolayı gerçekten üzüntü duyuyor. Ama birçoğu evet söylememeliydi , ama daha önce de başka başbakanlar benzer davranışlar ve tutumlar sergilemişti diyerek Başbakanı savunmaya çalışıyorlardı. Sadece üzüldüm.

Demokrasi tartışmaları da bu minvalde yürümüyor muydu. Geçmişte liberal bir siyasi hareketin kurucularından olan ve birlikte çalıştığımız bir arkadaşımla geçenlerde sosyal bir toplantıda karşılaşmıştık. Konu Türkiye’de yaşanan yargısız infazlara gelince arkadaşım demokrasi mücadelesinde bunun normal olduğunu bazılarının haksızlığa uğrayabileceğini, bunun ihmal edilebilir bir hata olacağını söyleyince irkildim. Ona hükümetin bir demokrasi projesine sahip olup olmadığını sordum. "Önemli değil,sivil siyasetin alanını genişletecek ve çoğunluğun sesini egemen kılacak her adım demokrasiye çıkar dedi. Ama azınlıkların, çoğunluktan farklı olan ve düşünenlerin hakkı diyecek oldum, lafı ağzıma tıkadı. Siz egemenler demokrasi istemiyorsunuz dedi. Tartışma da benim için o noktada bitmiş oldu. Sonra arkadaşımın söylediklerini tekrar tekrar düşündüm. Ama ona hak veremedim. O, 68 kuşağının bir temsilcisiydi. O zaman da kendi ideolojilerini bize dayatmak istemişlerdi. Sonucu hepimiz biliyoruz. Bugün de aynı şeyi yapmıyorlar mı? Demokrasinin evrensel içeriğini dışlayarak, demokrasiyi sivil - asker hesaplaşması eksenine oturtmuyorlar mı? Sanki sivil iktidarlar sadece demokrat olurmuş gibi… Türkiye’nin asker sorunu yok mu ? Evet var hem de fazlasıyla. Ortaya saçılan darbe planları yok mu, ıslak imzalar yok mu? Hem de ziyadesiyle. Ama bu mücadele böyle mi yürütülür. Ortaya bir demokrasi projesi koymadan, özgürlükler demeti içinden sadece bazılarını alıp, çoğunu gereksiz ve fantezi gibi görerek, temel insan haklarını çiğneyerek, bağımsız yargı önemli değil, önemli olan tarafsız yargı gibi saçma bir tezi kamuoyunun önüne koyarak, taş atan çocukları yıllarca hapse mahkum ederek, yüksek seçim barajının arkasına saklanıp çoğulculuğu reddederek yeryüzü standartlarında bir demokrasi oluşturulabiliyorsa herhalde bu türünün ilk örneği olur.

Ben bunları kağıda dökmeye çalışırken AKP Mardin milletvekili üniversitede düzenlenen bir kokteylde içki ikramını kınayan ateşli mi ateşli bir konuşma yapıyordu. Hemen ardından da biz kimsenin yaşam biçimine karışmayız diyerek, Vali’ye saydırmayı sürdürüyordu. Benim de aklım karıştıkça karışıyordu.

Hiç yorum yok: